Bir gün Cengiz Han, çevre hanları toplantıya çağırır. Bütün hanlar, halka oluşturacak düzendeki minderlere otururlar. Hakan’ın gelmesini beklerler. Cengiz Han yanında eşi Börte ile gelir ve O’nu sağ tarafına oturtur. Gelenek gereği soldan başlayarak hanlar kendilerini tanıtırlar.
Son konuk da kendini tanıtınca sırada Börte Kadın vardır.
Burada sözü Cengiz Han alır ve “ ben hepinizin hanı Cengiz Han’ım. Bu da benim Han’ım Börte’dir “ der.
Oysa günümüzde kadın her gün biraz daha eksiltilerek, kapalı kapılar ardına kapatılmak isteniyor değil mi? Türk töre ve geleneklerine rağmen, kadının yok sayılamaz gücüne rağmen…
Ve yine sadece cinsel bir öğe muamelesi gören, erkeğin nefsini uyandıran ve bu tanıma razı olmuş kadın, kadınlarımız…
Gücünün farkındalığı yok edilmiş kadın, oysa günümüzden geçmişe uzanıp kadının rollerine bakıldığında, analığının yanısıra İslamiyet öncesi Türk’lerde kadın, hükümdarlık yapan, devlet yöneten (Raziye Sultan’ı duydunuz mu? Hem kadın ,hem şair, hem hükümdar), ata binen, kılıç kuşanan, silah ve ok kullanan, erkekle beraber savaşan güçlü kuvvetli, ailenin birliğini devamlılığını sağlayan ve ailede sözü geçen, erkeğin bakımına ihtiyacı olmayan, göç kuran, hayvan otlatan, cinsel meta olmayan, savaşta, siyasi toplantılarda,ülke yönetiminde ve evde söz sahibi olan,sosyal alanlarda erkeğinin yanında duran, birlikte sohbet eden, saygı ve sevgi gören kadın; eski Türk’lerde ne eksiktir, ne de yarım…!!!
Türk devletlerinde kadınlar (Hatunluk Hukuku) söz sahibi, devlet siyasetine yön verir, hükümdarlık yapar ve naip (vekil) olarak devleti idare edenler vardır.( Sabarlar, Gök-Türkler, Uygurlar, Oğuzlar)
Tarihte “Devlet Başkanlığı” yapan ilk kadınlarda Türklerdir. Mesela Delhi Türk Devleti’nde Raziye Sultan.
Çok fazla derinlere inmeksizin aşağıda eski Türk’lerdeki güçlü kadın profiline örnekleri bulabilirsiniz, zira bunların tarihteki yeri ve önemi de tüm tarihçiler tarafından bilinmekle birlikte yazılarına konu olmuştur ve çeşitli kaynaklardan daha fazla bilgiye de ulaşmanız mümkündür.
Altun Can Hatun ( ? – 1060) : Bazı tarihçilerin, Büyük Türk Anası, Devlet Ana, Türk devlet geleneğinin kendi dalındaki en büyük temsilcisi gibi sıfatlarla tanımladıkları Altun Can Hatun,Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal o Bağdat’ta bulunduğu sırada devlet merkezi Hamedan’da taht iddiası ile büyük bir isyan başlattığında, Tuğrul Bey isyanı bastırmak için gidince epey zor durumda kaldı. Bunun üzerine, Altun Can Hatun’un emrindeki Oğuzlar ve Türkmenler’den oluşan bir orduyla kılıç kuşanıp orduya komuta ederek, kocası Tuğrul Bey’in yardımına koşmuştur. İsyancıları dağıtmış, Tuğrul Bey’i muhasaradan kurtarmıştır. Böylelikle, Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını önlemiştir.
Tomris Hatun (MÖ 6. yy.): Sakaların başında Tomris Hatun vardı. Tomris Hatun sabırlı, savaş sanatında becerikli, barışçıl ve savunmaya önem veren Tomris Hatun’un kumanda ettiği Saka ordusu, Kiros’un kumanda ettiği Pers ordusu ile karşı karşıya geldiğinde, Pers Kralı Büyük Kiros’u ölü olarak ele geçirmiştir.
Raziye Sultan (? – 1240) :Raziye Sultan 1236 ila 1240 yılları arasında Delhi Türk Sultanlığı’nı (Hindistan) yönetmiş. Babası Sultan Şemsettin İl-Tutmuş, tüm danışmanlarının itirazlarına rağmen onu veliahtlığa getirmiştir. Babası, onunla ilgili şöyle der: “Oğullarım gençlik zevkleriyle vakitlerini öldürmektedirler ve hiçbirinde devleti yönetecek kabiliyet yoktur. Ölümümden sonra bu kabiliyetin sadece kızımda olduğunu siz de anlayacaksınız. Aslında Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür. Gerçi şeklen kadındır ama zeka ve basireti erkekten farksızdır.” Raziye döneminde Delhi fevkalade iyi bir yönetime kavuşmuştur. Son derece akıllı ve ileri görüşlü olan Raziye, kadınlara özgürlük sağlamak üzere her şeyden önce peçe ve çarşafı kaldırmış ve kendisi de buna örnek olmuştur. Çarşaf giymek şöyle dursun, saltanatının en parlak döneminde kadın elbisesiyle değil, çoğu kez erkek kıyafetine girerek, dolaşmayı tercih etmiştir. Sultan Raziye askeri ve siyasi dehasının yanı sıra şiir de yazardı. Türkçe şiirlerini topladığı bir divanı vardır.
Türk tarihinde, XIII. yüzyılda kadın hükümdarın varlığı dikkate şayandır.
Kadın Türk toplumuna her dönemde yön veren bir rolü olmuştur. Bu bir Türk yaşam tarzıdır.
Tarihsel süreç içinde Türk toplumunda kadına gereken değer verilmiş olup, çeşitli Türk devletlerinde kadının önemli ve saygın bir konuma sahip olduğunu görebiliriz.
Türk devletlerinde kadın yalnız ev içinde değil, tarlada, pazarda ve hatta devlet işlerinde eşinin yardımcısı olmuş, özellikle sosyal etkinliklerde ön planda yer almıştır. Kadının meclislere katılması, kaç-göç olmaması, yaşlı kadının söz sahibi olması,tek eşlilik modelinin yaygınlığı kadının taşıdığı değeri ortaya koymaktadır. (Erkal, 1987:101) Uğur GÖRGÜLÜ 06 Aralık 2015 – Zugdidi (Gürcistan)
Günümüz aksine; eski Türk’lerde kadının yeri ve önemi böylesine güçlüyken Türk kültüründe kadın değerlidir, her alanda yetkin ve yetenekli olmakla birlikte ülke ve aile yönetiminde söz sahibidir.
Eski Türk’lerde Kadın ne eksiktir , ne de yarım..!
İslamiyet öncesi Türk’lerde kadın böylesine yüce ve parlakken hakettiği değeri yerinde bulan, devlet yönetiminde söz sahibi olan ve hatta ordusu olan kadın, gönül bahçesinde rengârenk açan, asla boyun eğmeyen, pes etmeyen, ilk terbiyenin verildiği ana kucağı, insanlığın temel unsuru, çoğu zaman değil, her zaman göz nuru, hayatın can damarı,insanlığın devamı, insan anası kadın islamiyetle birlikte ve günümüze kadar gelen süreçte nasıl oldu da; bir kenara itilen, canı çıkana kadar dövülen, babasının ayakları altında paspas olan,eşinin zulmünü görmezden gelen, abilerinin elinde kalan, her geçen gün etkisi her alanda daraltılmış, bir resim gibi bir çerçeve içinde sınırlandırılan,erkeğin adının çapkına çıktığı tecavüzlerde adına kahpe koyulan kadın oluvermiştir..? Neden ?
Bu sorunun cevabını aşağıda hep beraber arayalım…
Bilindiği üzere Türkler, 11. yy’dan sonra belirgin şekilde İslam dinine geçmeye başlamış, bu dönemde gelişen yayılmadan payını almış ve büyük oranda da Müslüman olmuş bir millettir.
Esasında Türklerin İslam’a geçişi, yaşadığı ortamların, göç ettiği yerlerin Ortadoğu/Arap coğrafyasına yakın olması ile ilintilidir. Bu önerme, elbette diğerlerine göre akla daha yatkındır. İnsan olgusuna daha yakından bakarsak bulunduğu coğrafyaya göre beslenme, yaşama, sosyal etkinliklerin de hızlıca değiştiğini, insanların yeni coğrafyalara hızla adapte olduğunu görebiliriz. Özellikle Türkler gibi göçebe toplumların bu yeni coğrafyaya tam adaptasyonlarına da şaşmamak gerekir. Zira bu durum zamanla genlere işlemiş ve Türkler Tian Şan dağlarının yükseklerine de Anadolu’nun düzlüklerine de hızla adapte olmuş, kendi örf/ananelerini koruyarak o ortamda yaşamayı ustaca becerebilmişlerdir. Bu adaptasyon sürecinde, yerleştikleri coğrafyanın İslam’a yakınlaşması ve o dönemde en önemli Türk kentleri olan Semerkand ile Buhara’nın İslamlaşması, bu akımları Anadolu ortasına ve hatta Avrupa göbeğine dek ilerletmiş, Avrupa’da dahi İslamlaşma baş göstermiştir.
Evet İslamiyetle birlikte Türk’lerde kadına bakış değişmeye başlamıştır.
Türkler İslamiyetle birlikte, örf ve adetlerini korumaya çalışırken yerleştikleri coğrafya etkisiyle Fars, Bizans ve Avrupa kültürlerinin etkisi altında kalmış ve elbette Türk kadınının status değişime başlamıştır.
Günümüzde olduğu gibi oluşan tarikatlarında etkileri yoğunlaştıkça kadınımız özünde yavaş yavaş kayıplara uğramış, kadınımız toplumdaki yerini kaybetmiş ve eve kapatılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla Bizans etkisinin artması ile de kadının hareme kapatılması kadının özünde ve örflerinde büyük kayıplarla birlikte kabullenilmiş bir problem halini almıştır.
Osmanlı haremli kadınların kendi aralarında ve yalnızca ailelerinde erkeklerle temas halinde yaşadıkları ve kadının temel toplumsal işlevini çocuk doğurmak yetiştirmek ve erkeklere hizmet ve cariyelik olarak belirleyen bir kurumdur.
Yani bir anlamda haremde yaşayan kadınlar hukuken olmasa da toplumsal ilişkiler bakımından köle durumunda idiler.
Tanzimat dönemine kadar Türk kadını ile ilgili kısıtlamalar birbirini takiben fermanlarla devam etmiştir. Fakat bu yaşamın ilginç bir yönü de vardır. Türk kadınının bu baskıya tam anlamıyla boyun eğdiği söylenemez.(Doğramacı,1989:2)
Aslında tarih boyunca genlerindeki başkaldırış, hükümdarlık, aile ve devletteki sözü geçen güçlü kuvvetli kadın dönem dönem bastırılmış olan duygulardan, çaresizliklerden sıyrılmış özünün gereği dik duruşunu yüzeye çıkarmış ve Osmanlıda tanzimat dönemine kadar Türk kadını ile ilgili giyim kuşam ve sosyal hayat kısıtlamaları sıklıkla padişah fermanları ile devam etmiştir.
Fakat buna boyun eğmemiş olduğunu, padişah fermanları yerine modadan etkilediğini kıyafet değişimlerinden ortaya koymuştur Türk kadını…
Türk kültürel farkı, örf/adetleri Türk kadınlarını Arap kültürüyle tam eşleşmemişken günümüzde halâ yok edilmek istenen Türk kadınına verilen değerin kaynağı elbette binlerce yıllık Türk kültüründen gelmektedir.
Özünde Türk kadını asla karanlıkta olamaz…!
Kadın gelişirse, toplum gelişir..!!
İşte Başbuğ Atatürk, kadınların her alanda erkeklerle eşit sosyal, siyasal ve hukuksal haklara sahip olmaları konusundaki derin tedbirleri almıştır.
Atatürk’ün Türk kadınının nasıl olması gerektiğine 1923’de Konya’da konuşurken de düşüncelerini şöyle dile getirir:
“Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır siklette değil, ahlakta ve fazilette ağır, vakarlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi Türk’ü zihniyeti ile, pazusu ile, azmi ile muhafaza ve müdafaaya kudretli nesiller yetiştirmektir”.
“Kadının en kıymetli vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu vazifenin önemi layıkıyla anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugünün ihtiyaçlarından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımızda alim ve fen bilgini olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar, sosyal hayata erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı olacaklardır”.
Atatürk’ün yeni Türk kadınının nasıl olması gerektiğine dair şu sözlerinde görebiliriz: “Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır siklette değil, ahlakta ve fazilette ağır, vakarlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi Türk’ü zihniyeti ile, pazusu ile, azmi ile muhafaza ve müdafaaya kudretli nesiller yetiştirmektir”.
“Kadının en kıymetli vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu vazifenin önemi layıkıyla anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugünün ihtiyaçlarından biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımızda alim ve fen bilgini olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar, sosyal hayata erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı olacaklardır”.
“Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını gibi emek verdim diyemez. Belki erkeklerimiz memleketi istila edenlere karşı süngüleriyle düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında hazır bulundular. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir… Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin harp malzemesini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadınları olmuştur. Bundan ötürü hepimiz, bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim”. (Feyzioğlu 1986:593). ( Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Konya Kadınları ile Konuşma, 21.3.1923, s. 147.)
Günümüzün aksine kadınlara enjekte edildiği gibi kadın erkeğin sadece biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarının karşılandığı değil, toplumun temeli, ailenin birlik ve devamlılığını sağlayan, çocukların yetiştirilmesinde ve kültürlerin nesilden nesillere aktarılmasında köprü olan, çocuğun topluma sağlıklı katılmasını, ailenin sağlıklı iletişim kurmasında başrolde olan kadın, kadınlarımız Atatürk’ün ifadesiyle:….hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar”.
Peki tarih boyunca kadında hal böyle iken, ve değer görüyorken nasıl oluyorda kadın kendindeki gücün farkında olamaz..
Günümüzde Osmanlı haremli kadınların kendi aralarında ve yalnızca ailelerinde erkeklerle temas halinde yaşadıkları ve kadının temel toplumsal işlevini çocuk doğurmak yetiştirmek ve erkeklere hizmet ve cariyelik, olarak belirleyen mantığına geri götürülmek istenirken susar ve kabul görür, bunu anlamak mümkün mü?
Elbette değil..!
Diğer taraftan kadının yine bu harem yaşantısı mantığına sokmak isteyenlerin sebepleri ne olabilir diye hiç düşündün mü KADIN…!
Tarih boyunca başarıların, toplumdaki çok boyutlu rolün ve politikaların kadının toplumda ikinci sınıf vatandaş statüsünde olması istendiği görüşün, gösterilen tüm tepkilere rağmen, güncelliğini koruduğu gerçeği ile karşı karşıyasın.
Toplum ve aile içindeki rol ve ilişkilerin yeniden tanımlanması, Türk kadınının Arap kültürü ile eşleştirilmeye yeni koşullara uymayan, gelişme ve uyumu zorlaştıran köhnemiş değer yargılarıyla yönetilmek ve yok ediliş sürecinin başlatıldığı,bunun yanısıra, gerek kadın gerekse erkeğin eğitiminde ve sosyalleşmesinde köklü değişikliklere gidilmesine ne kadar seyirci kalacaksın…?
Devletin ve milletin devamı açısından çok önemli olan aile kurumunun en iyi şekilde sürdürülmesi, toplumun şekillenmesi görevi de seninken daha ne kadar sessiz kalacak ve izleyeceksin…?
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, gerek toplumsal yaşantı içinde kadının yeri gerekse hızla gerçekleştirilen sanayileşme, kentleşme sürecinde kadının aldığı yeni statü ve hukuksal kazanımlar, adeta yakın Türkiye tarihinin canlı bir panoraması niteliğindedir.( Kırkpınar,1998:14)
Atatürk, Türk kadınına kendine özgü bir anlayışla gereken önemi vermiş ve bunu çeşitli nedenlerle yapmış olduğu yurt gezilerinde açık bir dille ifade etmiştir. Daha 23 Mart 1923’ te kadınlara Konya’da söylediği şu sözler önemlidir. “Son senelerin inkılap hayatında hummalı fedakârlıklarla mahmul mücadele hayatında, milleti ölümden kurtararak hulâsa ve istiklale götüren, azm-ü faaliyet hayatında her ferdi milletin mesaisi, gayreti, himmeti, fedakarlığı sebkeylemiştir. Bu meyanda en ziyade tebcil ile yâd ve daima şükran ile tekrar edilmek lazım gelen bir himmet vardır ki, o da Anadolu kadınının ibraz etmiş olduğu çok ulvi, çok yüksek, çok kıymetli fedakarlıktır…. Kimse inkar edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin kabiliyeti hapyatiyetisini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, mahsullâtı pazara götürerek paraya kalbeden, aile ocaklarının dumanının tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip, cephenin mühümmatını taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o fedakâr, o ilâhi Anadolu kadınları olmuştur.” (Caporal, 1982:180)
Bilim ve ahlakı en iyi şekilde öğrenmelisin ve doğurup yetiştirdiğin çocuklarına bu değerleri en iyi şekilde öğretip aktarmalısın.
Şimdilerde uyurgezer gibi her söyleneni sorgusuz yapan, kendine biçilmiş rollerini sorgusuz oynamaya hevesli KADIN..!!
Titre ve özüne dön, Atalarının sana verdiği kudreti kullan..!
Özünde bulacaksın, kendini…!!!
Elbette erkeğinin hatunu, çocuğunun anası, toplumun şekillendiricisisin…
Sen TÜRK KADINISIN..!
Ve ŞÜPHESİZ;
Sen toplumun bir parçasısın,
Sen toplum eğiteceksin,
Sen toplumun anasısın,
Sen yücesin,
Ve ŞÜPHESİZ;
Sen YÜCELİRSEN, toplum YÜCELİR…
SEN KADINSIN…
Ve yine unutmamalısın ki;
TÜRK’LERDE KADIN
NE EKSİKTİR ,
NE DE YARIM..!
Saygılarımla,
Nurdan Savaş
Twitter: @Kayberen__