Ozu’dan Tokyo Story esintisi gibiydi. Birinci şahıstan aktarılan hikaye, Ono’nun hayatının son zamanlarını ele almasına rağmen bizleri sürekli kendisinin geçmiş hayatında yolculuğa çıkarıyor. Bir anda farklı bir anıya geçmiş bir şekilde kendinizi buluyorsunuz ama olayın akışı sizi hiçbir şekilde sarsmıyor. Öylesine bir anlatımı var ki sizi daha fazlasını okumaya teşvik ediyor, böylece hikayedeki boşlukları tamamlayabiliyorsunuz.
Zevkler Mahallesinden hocasıyla vedalaştığı tepeye kadar her bir mekanı birer karaktere dönüştüren yazarın yeteneği, metaforların kullanımında da kendisini gösteriyor. Kimsenin göremeyeceği bir yere kaldırılan tablolar, unutulmak istenen hatıralar, yıkılan evler, betonlaşmış binalar. Japonya’nın savaş sonrası geçirdiği dönemi ele alan tarihi yapılandırma, Amerikan etkilerinin geleneksel Japon kültüründe sebebiyet verdiği büyük değişimi yansıtıyor. Torununun Japon samuraylarını değil de Amerikalı kovboyları sevmesi en çok dikkat çeken unsurdu belki de, bu iki kültürün iç içe geçmesindeki.
Böylesine naif bir kitabı tanımlayabilecek daha fazla kelime bulamıyorum. Sanki akıp giden bir nehirdi bu kitap, üstüne güneş ışınları düşen. İyi okumalar.