Özgür Değilsen Özgür Değilim

Yazarlar 04.10.2017 - 19:05, Güncelleme: 19.06.2023 - 20:38 13230+ kez okundu.
 

Özgür Değilsen Özgür Değilim

Okuyanlar anımsayacaktır. Bir önceki yazımda “Julia” filmi ekseninde faşizmin kanlı ve karanlık yüzünü anlatmaya çalışmıştım.
Özgür Değilsen Özgür Değilim Bu yazımda ise baskı rejimlerinin kullandığı yöntemlerden biri olan “sansür” ün geçmişine şöyle bir uzanmak yerinde olacak diye düşündüm… * * * Osmanlı’ya, bağnaz yönetimler nedeniyle zaten 285 yıl geç gelmiş olan matbaa yüzünden; batıda bilim, felsefe, sanat kitapları kütür kütür basılıp tüm dünyaya yayılırken, Osmanlı’da padişah fermanları hala elle yazılıp davul-zurna eşliğinde tellallarca okunmaktaydı meydanlarda… Bu kadar olsa neyse. Özgür Değilsen Özgür Değilim İlk gazete yabancılar tarafından matbaa geldikten tam 65 yıl sonra, ilk yerli gazete ise tam 102 yıl sonra, 1831 yılında II. Mahmut’un emriyle çıkmaya başlıyor. Ne var ki, ilk gazetenin çıkmaya başlamasından 1908 yılına kadar birçok gazete ve dergi kapatılmış, hatta kimi yazarlar sürgüne gönderilmiştir. (Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal ...). Osmanlı tarihinin en baskıcı ve basına en çok sansür uygulayan padişahı II.Abdülhamit’in, tahtta kaldığı 32 yıl içinde (1876-1908), sakıncalı diye yüzlerce çuval kitabı yaktırdığı bilinmektedir. “Abdülhamit tahta geçtikten dört ay sonra yayınlanan (23 Aralık 1876) Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) 12. maddesinde “matbuat, kanun dairesinde serbesttir” denmekte ise de, padişah bunu işlemez hale getirmiştir. Kanun-i Esasi’ye göre meclisi toplamak, kapatmak, yeniden seçim yaptırmak yetkisine sahip olan padişah, Rus savaşına sebep olduğu bahanesiyle meclisi kapatmış (Haziran 1877) ve Vekiller Heyeti’ne bir sıkıyönetim kararnamesi yayınlatmıştır. Buna göre: “…hükümet, gerekli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramaya,…, zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapatmaya ve her türlü cemiyetleri (toplantılar, kurullar, dernekler, vs.) kapatmaya yetkilidir…” Bu satırlar, orijinal belgelerle bezenmiş “Abdülhamit Devrinde Sansür” adlı kitaptan aynen aktarılmıştır ( Cevdet Kudret; Milliyet Yayınları; 1. Baskı Ocak 1977). Abdülhamit, padişah olduktan hemen dört ay sonra başlattığı baskıcı ve sansürcü yönetimini padişahlığı boyunca sürdürmüş, düşünen beyinlere 32 yıl boyunca adeta kâbus olmuştur. * * * Genç cumhuriyetin dört bir etrafının hainlerle dolu olduğu bir dönemde bile Atatürk’ün 1923 yılında söylediği şu sözler, onun basına ne denli önem verdiğini anlamaya yeter: “Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz…” Ne var ki, Şubat 1925’de başlayan Şeyh Sait isyanının bastırılması için çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu basına kısıtlamalar getirmiştir. Atatürk o dönem için Nutuk’ta şunları söylemiştir: “…Takrir-i Sükûn kanununu bir baskı aracı olarak kullanacağımızı ortaya atanlar oldu… Biz alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü tedbirleri hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkmak için bir araç olarak kullanmadık… Aldığımız olağanüstü tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmadıkça, onların uygulamadankaldırılmasında tereddüt edilmemiştir.” Görüldüğü gibi Atatürk, hainlerin yarattığı olağanüstü bir durum için hükümetin çıkarmak zorunda kaldığı basını kısıtlayıcı bir yasadan bile rahatsız olmuş ve isyan bastırıldıktan sonra yasanın yürürlükten hemen kaldırıldığını belirtmek ihtiyacı duymuştur… Zaten egemenliğin millete verildiği bir yönetimde, aynı milletin basın özgürlüğünü kısıtlamak hiç de mantıklı değildir. Bu olsa olsa egemenliğin tek elde toplandığı bir yönetime özgüdür… Hitler Almanya’sında Yahudilerin gaz odalarında katledildiğini halkın ancak savaş bittikten sonra öğrendiğini anımsayalım… * * * Demokrat Partinin (DP) meclise girdiği 1946-50 yılları arasında basında büyük bir canlanma vardır. Art arda yeni gazete ve dergiler çıkar. Yeni çıkan gazeteler/dergiler açıkça Demokrat partiyi desteklemiştir. Bu desteğin de katkısıyla iktidar olan DP basından o denli memnundur ki çıkardığı bir yasayla gazete ve dergi çıkarmak için ruhsat zorunluluğunu kaldırmıştır. Tüm kamuoyu basın özgürlüğü adına atılan bu adımı destekler. Ancak 1954 yılından itibaren ülkenin bozulan gidişatına dair yapılan haberler DP iktidarını harekete geçirir ve çıkardığı bir yasa ile gazetelerde iktidarı eleştiren her türlü yazıya para ve hapis cezası getirilir. Bununla yetinmeyen DP, o dönemde devlet tarafından sağlanan gazete kağıdına sınırlama getirir. Muhalif haberler yapan gazetelerin kağıtlarını kısıp, iktidar yanlısı gazetelere bolca kağıt verir… Hatta 1959 yılında resmi ilanların dağıtımına ilişkin bir düzenleme getirir. Tabi iktidar yanlısı gazeteler resmi ilanlar sayesinde bayram eder… Böylece 1959 yılı tarihimize “besleme basın, yandaş basın” kavramlarının girdiği yıl olarak geçecektir… Temel görevlerinden biri “Türkiye Cumhuriyetini korumak” olan TSK 1960 yılında yönetime el koymuştur. (2013 yılında, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde yapılan değişiklikle TSK’nın bu görevi kaldırılmıştır). Burada vurgulanması gereken en önemli nokta askerin iktidara sahip olma isteği/hırsı değil, DP’nin gerek basın, gerek çıkardığı diğer yasalarla muhalefeti sindirmek/yok etmek amacıyla cumhuriyete ve demokrasiye yapmaya başladığı sivil darbeye karşı, kendisine yasalarla verilen görevi yerine getirmesidir. 1961 Anayasasını hazırlayan Kurucu Meclis üyelerinin çoğunun seçimle gelmesi bile TSK’nın demokrasiye  bağlılığının bir göstergesidir. Belirtmeden geçmek olmaz, 1961 Anayasası Türkiye Cumhuriyetinin gördüğü en çağdaş anayasadır. Temel hak ve özgürlükler konusundaki çağdaş maddelerin yanında basın özgürlüğü konusundaki maddelere bugün kıskançlıkla bakılması gerekir: Madde 22: Basın hürdür; sansür edilemez. Madde 23- Gazete ve dergi çıkarılması, önceden izin alma ve mali teminat şartına bağlanamaz. Madde 24- Kitap ve broşür yayımı izne bağlı tutulamaz; sansür edilemez. Madde 25- Basımevi ve eklentileri ve basın araçları, suç vasıtası olduğu gerekçesiyle de olsa, zapt veya müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz. * * * Kuşkusuz çağdaş bir anayasaya sahip olmak başka bir şey, onu uygulamak başka bir şey. 1961 Anayasa’sının kabulünden sadece 10 yıl sonra, 12 Mart muhtırası döneminde Uğur Mumcu 7 yıl hapse mahkûm olur. Şimdi sıkı durun, unutanlar için gerekçesi geliyor: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin milletin bayrağınla çok yaşa Sağdan sola, soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne! Yazdığı bir yazıda, çok bilinen bu türkümüzden alıntı yapan Uğur Mumcu, “bayrağı soldan sağa sallamakla komünizm propagandası yapmış ve halkı isyana teşvik etmiştir.” Gerekçe işte bu… Sizce de trajikomik değil mi? Karar Yargıtay tarafından bozulmuş ama Uğur Mumcu’yu da “Sakıncalı Piyade” yapmıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesinde en büyük yarayı basın almıştır. Cumhuriyet başta olmak üzere 13 gazete için 300’den fazla dava açılırken gazeteler neredeyse 300 gün susturulmuştur. Yüzlerce gazeteci için 4 bin yıla kadar hapis cezası istenmiştir. İmam Hatip Okullarının çığ gibi arttığı ama aynı zamanda 39 ton gazete ve derginin de sobalarda, boş arazilerde daha okunmadan yakıldığı bir dönemdir 12 Eylül… İzninizle bu yazının ana konusu olan “Sansür” ün biraz dışına çıkarak şunları söylemek istiyorum. 1961 Anayasasının aksine, 1982 Anayasasını hazırlayan Kurucu Meclis üyeleri, 1980 cuntacılarının tayin ettiği kişilerden oluşmuştur. Yani 1982 Anayasası bir anlamda sipariş edilmiş bir anayasadır. Bir diğer nokta ise, bu Anayasa’yı hazırlatan cuntacıların yargı denetiminden ömür boyu muaf tutulmalarıdır… Burada sormak gerekir. Kişiye özel bir maddenin Anayasada ne işi var? Hangi uygar devletin Anayasa’sında böyle bir madde var? Yoksa tüm yaptıklarının suç olduğunu bildikleri için mi koyduruyorlar bu lanet maddeyi? Takdirinize bırakıyorum… Neyse devam edelim… Her ne kadar 1982 Anayasası, basın özgürlüğü ile ilgili olarak 1961 Anayasasındaki maddeleri adeta kopyala yapıştır şeklinde içine aldıysa da, bu maddelerin uygulandığını söylemek oldukça zordur. Turgut Özal’ın “bir kereden bir şey olmaz” deyip sadık kalacağına yemin ettiği Anayasayı delmesi, belki de Cumhuriyetimiz için bir kırılma noktasıdır..! * * * Günümüzde sansürden uzun uzun söz etmeye gerek yok. Ancak bir örnek vermek gerekirse Ahmet Şık’ın, FETÖ’cü savcılar aracılığıyla daha basılmadan matbaada el koyulan “İmamın Ordusu” kitabını düşünün… Ve aynı Ahmet Şık’ın bugün Fetö’cü suçlamasıyla hapiste olduğunu… Maalesef birçok konuda olduğu gibi basın özgürlüğü konusunda da kötü günlerden geçiyoruz. Türkiye’de tutuklu gazetecilerin sayısı, tüm dünyada tutuklu olan gazetecilerin toplamından fazla… Bağımsız haber yapan gazeteciler tutuklu. Yaratılan bir yandaş basın, aynı manşetlerle çıkan, yanlış icraat yapsa bile iktidarı el üstünde tutan, yalan yanlış haberlerle topluma yön vermeye çalışan, muhalefeti her gün yerden yere vuran, buram buram iftira kokan manşetler… Yaptığı başka işler için ihale peşinde koşan, paraya mahkûm olmuş, esir alınmış gazete patronları… Ne dersiniz, çağdaş demokrasi bu mu? Bence demokrasi bu değil… Bu kesinlikle demokrasi değil..! Yazının başlığında belirttiğim gibi “ÖZGÜR DEĞİLSEN, ÖZGÜR DEĞİLİM…” Yazımızı büyük önder Atatürk’ün şu sözleriyle bitirelim: “Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta, bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, hülâsa bir milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.” Sağlıklı, mutlu ve özgür kalın…! Ertuğrul Filizay
Okuyanlar anımsayacaktır. Bir önceki yazımda “Julia” filmi ekseninde faşizmin kanlı ve karanlık yüzünü anlatmaya çalışmıştım.

Özgür Değilsen Özgür Değilim Bu yazımda ise baskı rejimlerinin kullandığı yöntemlerden biri olan “sansür” ün geçmişine şöyle bir uzanmak yerinde olacak diye düşündüm… * * * Osmanlı’ya, bağnaz yönetimler nedeniyle zaten 285 yıl geç gelmiş olan matbaa yüzünden; batıda bilim, felsefe, sanat kitapları kütür kütür basılıp tüm dünyaya yayılırken, Osmanlı’da padişah fermanları hala elle yazılıp davul-zurna eşliğinde tellallarca okunmaktaydı meydanlarda…

Bu kadar olsa neyse. Özgür Değilsen Özgür Değilim

İlk gazete yabancılar tarafından matbaa geldikten tam 65 yıl sonra, ilk yerli gazete ise tam 102 yıl sonra, 1831 yılında II. Mahmut’un emriyle çıkmaya başlıyor. Ne var ki, ilk gazetenin çıkmaya başlamasından 1908 yılına kadar birçok gazete ve dergi kapatılmış, hatta kimi yazarlar sürgüne gönderilmiştir. (Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal ...). Osmanlı tarihinin en baskıcı ve basına en çok sansür uygulayan padişahı II.Abdülhamit’in, tahtta kaldığı 32 yıl içinde (1876-1908), sakıncalı diye yüzlerce çuval kitabı yaktırdığı bilinmektedir. “Abdülhamit tahta geçtikten dört ay sonra yayınlanan (23 Aralık 1876) Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) 12. maddesinde “matbuat, kanun dairesinde serbesttir” denmekte ise de, padişah bunu işlemez hale getirmiştir. Kanun-i Esasi’ye göre meclisi toplamak, kapatmak, yeniden seçim yaptırmak yetkisine sahip olan padişah, Rus savaşına sebep olduğu bahanesiyle meclisi kapatmış (Haziran 1877) ve Vekiller Heyeti’ne bir sıkıyönetim kararnamesi yayınlatmıştır. Buna göre: “…hükümet, gerekli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramaya,…, zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapatmaya ve her türlü cemiyetleri (toplantılar, kurullar, dernekler, vs.) kapatmaya yetkilidir…” Bu satırlar, orijinal belgelerle bezenmiş “Abdülhamit Devrinde Sansür” adlı kitaptan aynen aktarılmıştır ( Cevdet Kudret; Milliyet Yayınları; 1. Baskı Ocak 1977). Abdülhamit, padişah olduktan hemen dört ay sonra başlattığı baskıcı ve sansürcü yönetimini padişahlığı boyunca sürdürmüş, düşünen beyinlere 32 yıl boyunca adeta kâbus olmuştur. * * * Genç cumhuriyetin dört bir etrafının hainlerle dolu olduğu bir dönemde bile Atatürk’ün 1923 yılında söylediği şu sözler, onun basına ne denli önem verdiğini anlamaya yeter: “Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz…” Ne var ki, Şubat 1925’de başlayan Şeyh Sait isyanının bastırılması için çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu basına kısıtlamalar getirmiştir. Atatürk o dönem için Nutuk’ta şunları söylemiştir: “…Takrir-i Sükûn kanununu bir baskı aracı olarak kullanacağımızı ortaya atanlar oldu… Biz alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü tedbirleri hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkmak için bir araç olarak kullanmadık… Aldığımız olağanüstü tedbirlerin uygulanmasına gerek kalmadıkça, onların uygulamadankaldırılmasında tereddüt edilmemiştir.” Görüldüğü gibi Atatürk, hainlerin yarattığı olağanüstü bir durum için hükümetin çıkarmak zorunda kaldığı basını kısıtlayıcı bir yasadan bile rahatsız olmuş ve isyan bastırıldıktan sonra yasanın yürürlükten hemen kaldırıldığını belirtmek ihtiyacı duymuştur… Zaten egemenliğin millete verildiği bir yönetimde, aynı milletin basın özgürlüğünü kısıtlamak hiç de mantıklı değildir.

Bu olsa olsa egemenliğin tek elde toplandığı bir yönetime özgüdür…

Hitler Almanya’sında Yahudilerin gaz odalarında katledildiğini halkın ancak savaş bittikten sonra öğrendiğini anımsayalım… * * * Demokrat Partinin (DP) meclise girdiği 1946-50 yılları arasında basında büyük bir canlanma vardır. Art arda yeni gazete ve dergiler çıkar. Yeni çıkan gazeteler/dergiler açıkça Demokrat partiyi desteklemiştir. Bu desteğin de katkısıyla iktidar olan DP basından o denli memnundur ki çıkardığı bir yasayla gazete ve dergi çıkarmak için ruhsat zorunluluğunu kaldırmıştır. Tüm kamuoyu basın özgürlüğü adına atılan bu adımı destekler. Ancak 1954 yılından itibaren ülkenin bozulan gidişatına dair yapılan haberler DP iktidarını harekete geçirir ve çıkardığı bir yasa ile gazetelerde iktidarı eleştiren her türlü yazıya para ve hapis cezası getirilir. Bununla yetinmeyen DP, o dönemde devlet tarafından sağlanan gazete kağıdına sınırlama getirir. Muhalif haberler yapan gazetelerin kağıtlarını kısıp, iktidar yanlısı gazetelere bolca kağıt verir… Hatta 1959 yılında resmi ilanların dağıtımına ilişkin bir düzenleme getirir. Tabi iktidar yanlısı gazeteler resmi ilanlar sayesinde bayram eder… Böylece 1959 yılı tarihimize “besleme basın, yandaş basın” kavramlarının girdiği yıl olarak geçecektir… Temel görevlerinden biri “Türkiye Cumhuriyetini korumak” olan TSK 1960 yılında yönetime el koymuştur. (2013 yılında, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde yapılan değişiklikle TSK’nın bu görevi kaldırılmıştır). Burada vurgulanması gereken en önemli nokta askerin iktidara sahip olma isteği/hırsı değil, DP’nin gerek basın, gerek çıkardığı diğer yasalarla muhalefeti sindirmek/yok etmek amacıyla cumhuriyete ve demokrasiye yapmaya başladığı sivil darbeye karşı, kendisine yasalarla verilen görevi yerine getirmesidir. 1961 Anayasasını hazırlayan Kurucu Meclis üyelerinin çoğunun seçimle gelmesi bile TSK’nın demokrasiye  bağlılığının bir göstergesidir.

Belirtmeden geçmek olmaz, 1961 Anayasası Türkiye Cumhuriyetinin gördüğü en çağdaş anayasadır.

Temel hak ve özgürlükler konusundaki çağdaş maddelerin yanında basın özgürlüğü konusundaki maddelere bugün kıskançlıkla bakılması gerekir: Madde 22: Basın hürdür; sansür edilemez. Madde 23- Gazete ve dergi çıkarılması, önceden izin alma ve mali teminat şartına bağlanamaz. Madde 24- Kitap ve broşür yayımı izne bağlı tutulamaz; sansür edilemez. Madde 25- Basımevi ve eklentileri ve basın araçları, suç vasıtası olduğu gerekçesiyle de olsa, zapt veya müsadere edilemez veya işletilmekten alıkonulamaz. * * * Kuşkusuz çağdaş bir anayasaya sahip olmak başka bir şey, onu uygulamak başka bir şey. 1961 Anayasa’sının kabulünden sadece 10 yıl sonra, 12 Mart muhtırası döneminde Uğur Mumcu 7 yıl hapse mahkûm olur.

Şimdi sıkı durun, unutanlar için gerekçesi geliyor:

Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin milletin bayrağınla çok yaşa Sağdan sola, soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne! Yazdığı bir yazıda, çok bilinen bu türkümüzden alıntı yapan Uğur Mumcu, “bayrağı soldan sağa sallamakla komünizm propagandası yapmış ve halkı isyana teşvik etmiştir.” Gerekçe işte bu… Sizce de trajikomik değil mi? Karar Yargıtay tarafından bozulmuş ama Uğur Mumcu’yu da “Sakıncalı Piyade” yapmıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesinde en büyük yarayı basın almıştır. Cumhuriyet başta olmak üzere 13 gazete için 300’den fazla dava açılırken gazeteler neredeyse 300 gün susturulmuştur. Yüzlerce gazeteci için 4 bin yıla kadar hapis cezası istenmiştir. İmam Hatip Okullarının çığ gibi arttığı ama aynı zamanda 39 ton gazete ve derginin de sobalarda, boş arazilerde daha okunmadan yakıldığı bir dönemdir 12 Eylül… İzninizle bu yazının ana konusu olan “Sansür” ün biraz dışına çıkarak şunları söylemek istiyorum. 1961 Anayasasının aksine, 1982 Anayasasını hazırlayan Kurucu Meclis üyeleri, 1980 cuntacılarının tayin ettiği kişilerden oluşmuştur. Yani 1982 Anayasası bir anlamda sipariş edilmiş bir anayasadır. Bir diğer nokta ise, bu Anayasa’yı hazırlatan cuntacıların yargı denetiminden ömür boyu muaf tutulmalarıdır…

Burada sormak gerekir.

Kişiye özel bir maddenin Anayasada ne işi var? Hangi uygar devletin Anayasa’sında böyle bir madde var? Yoksa tüm yaptıklarının suç olduğunu bildikleri için mi koyduruyorlar bu lanet maddeyi? Takdirinize bırakıyorum… Neyse devam edelim… Her ne kadar 1982 Anayasası, basın özgürlüğü ile ilgili olarak 1961 Anayasasındaki maddeleri adeta kopyala yapıştır şeklinde içine aldıysa da, bu maddelerin uygulandığını söylemek oldukça zordur. Turgut Özal’ın “bir kereden bir şey olmaz” deyip sadık kalacağına yemin ettiği Anayasayı delmesi, belki de Cumhuriyetimiz için bir kırılma noktasıdır..! * * *

Günümüzde sansürden uzun uzun söz etmeye gerek yok.

Ancak bir örnek vermek gerekirse Ahmet Şık’ın, FETÖ’cü savcılar aracılığıyla daha basılmadan matbaada el koyulan “İmamın Ordusu” kitabını düşünün… Ve aynı Ahmet Şık’ın bugün Fetö’cü suçlamasıyla hapiste olduğunu… Maalesef birçok konuda olduğu gibi basın özgürlüğü konusunda da kötü günlerden geçiyoruz. Türkiye’de tutuklu gazetecilerin sayısı, tüm dünyada tutuklu olan gazetecilerin toplamından fazla… Bağımsız haber yapan gazeteciler tutuklu. Yaratılan bir yandaş basın, aynı manşetlerle çıkan, yanlış icraat yapsa bile iktidarı el üstünde tutan, yalan yanlış haberlerle topluma yön vermeye çalışan, muhalefeti her gün yerden yere vuran, buram buram iftira kokan manşetler… Yaptığı başka işler için ihale peşinde koşan, paraya mahkûm olmuş, esir alınmış gazete patronları… Ne dersiniz, çağdaş demokrasi bu mu? Bence demokrasi bu değil… Bu kesinlikle demokrasi değil..! Yazının başlığında belirttiğim gibi “ÖZGÜR DEĞİLSEN, ÖZGÜR DEĞİLİM…”

Yazımızı büyük önder Atatürk’ün şu sözleriyle bitirelim:

“Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta, bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, hülâsa bir milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.” Sağlıklı, mutlu ve özgür kalın…!

Ertuğrul Filizay

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergalerisi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
startup ekosistemi, izmir spotçu, karşıyaka haber, ilaçlama, kasko teklifi, malatya araç kiralama, istanbul böcek ilaçlama, hasta yatağı kiralama, mide balonu, evden eve nakliyat, ingiltere aile birleşimi sınavı