Evrene laf etmeyip, haddimizi bilelim de, konu Dünya olunca onun ile hem hal (aynı halde olan, aynı derdi çeken) olalım.
Sanal ortamda geniş kitlelere ulaşmak kolaylaşınca, Ülkede fikri olmasa da ağzı olan konuşur oldu.
Elbette ki herkesin konuşması, fikri olmasa da düşüncesini açıklaması çok güzel de, bunu bir kamusal alanda yönetici adayı olmak için yapınca, hele hele bir takım ilişkileri ile "adamının adamı, madamının madamı" olup, bir çok nedenle seçilme olasılığı olunca da, duyarlı bir yurttaş olarak iki kelam etmek gerekiyor.
Ha, denilebilir ki "her konuşulanı duymak, yazılanı okumak zorunda mısın"!..
Bir çok kişiye atfedilen bir söz vardır; Elbette ki hayır da, yine de insan, "bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adamı mı diye"miyor.
Bu niteliksizlik, daha sonra bir çok kamusal alanda da bozulmaya ve yozlaşmaya sebep oluyor.
Sonrada yolsuzluk, usulsüzlük, hırsızlık gibi süreçlerin ardı arkası kesilmiyor. Üstelik bir de, çürümenin bulaşıcı olması sebebiyle tüm toplumu ve her birimizi ilgilendiriyor.
Özellikle ülkemde olduğu gibi dünya genelinde yaşananlardan dolayı Demokrasiye inancım ve güvencim kalmadı.
Çünkü Demokrasinin temelinde, özgürlük vardır.
Bazılarının abuk subuk tavır ve söylemlerini "özgürlük" saymazsak, gerçekten iktidarı elinde bulunduran seçkinlerin oluşturduğu Oligarşinin çıkarına olmayan her şey, bu kez yasak kapsamına giriyor.
Yerelde ya da genelde yönetim kademelerine bu niteliksizler, Osmanlı'nın hastalığı "kifayetsiz muhterisler" iş başına gelince, ülkenin de, yurttaşların da sorunları katmerleşiyor.
O yüzden Milattan Önce "Atina Demokrasisi" denilen dönemde, herkesin kendi özgür iradesiyle yöneticilerini seçtiğini sandığı süreci
SOKRATES (M.Ö.469-399 yıllarında yaşamış Yunan filozofu), bir başka tanımlıyor ve buna TİRANLIK diyor.
Tiranlık denilen bu Atina Demokrasisinin özelliği, dönemin Atina'sı ve benzer şehir devletlerinin yöneticileri "seçim" ile iş başına getiriliyor olmasıdır.
Ancak, TİRAN'I seçme ayrıcalığı asillere ait. Diğer kesimler (sıradan halk) ise görmezlikten geliniyor.
Bu yüzden Sokrates derslerde olayı öğrencilerine eleştirerek anlatınca, öğrenciler de, herkes beğeniyor mevcut sistemi, siz neden eleştiriyorsunuz deyince SOKRATES de:
"Tiran ben isem, en iyi yönetim, TİRANLIKTIR", der.
Özellikle 12 Eylül Faşist darbesinden sonra, Türk Demokrasisi gün geçtikçe yozlaştı ve Partilerin yönetimlerini ele geçiren bir grup çıkarcı çevrelerin Partilerin amblemleri sabit kalmak kaydı ile, ilkelerini değiştirip, yönetim kademelerine kendi adamlarını seçtirecekleri bir yapı oluşturdular.
İktidar, genel yönetimin olanaklarını kullanarak kendi yönetim kadroları ile asıl "seçmen tabanı" saydığı kesimlerin gönüllerini almaktadır.
Bu yetkinlikle de, yerel yönetimlere aday ettiği kişilere itirazlar gelmemektedir.
Oysa muhalefet kanadında ise, kıyasıya bir paylaşım savaşı verilmektedir. Bu savaş keşke, seçmenlerin, geniş kitlelerin çıkarı, yararı öncelikli olsa;
Maalesef yöneticiler, kendi siyasi ve yaşamsal geleceklerini garanti altına almak için, yerel yönetimlerde başkandan tutun da meclis üyesi belirlenmesine kadar kıyasıya bir mücadele içindedirler.
Hatta bu olay o kadar ileri gitmiştir ki, yılların partilerinin Bırakın ilkeleri doğrultusunda seçim sloganı, yönetim hedefleri ilanını, Parti'nin/ Partilerin amblemleri bile yok sayılmaktadır, afiş ve broşürlerde.
Demokratik seçim diye sunulan şey, parti ağalarının, secmene Kendi adamlarını sectirme yarışına dönmüştür.
Kral öldü, yaşasın kral ya da ben Tiran isem, en iyi yönetim Tiranlık.
Bu yüzden bir şeylerin iyi ve güzel olmasını istiyor isek; kişi değil, kişilikli ideolojisi ve ilkesi olan yönetimler ve yöneticiler seçmek zorundayız.
İbrahim Uysal