Üretmeyen Ülkeler Tükenmeye Mahkumdur

Üretmeyen Ülkeler Tükenmeye Mahkumdur / Şaşırmayacağınıza eminim: Mustafa Kemal Atatürk. 1923 başlarında toplanan İzmir İktisat Kongresinde, tarım ile ilgili alınan tedbirler sonuç vermiştir. 1930’lu yıllarda ülke büyük bir atılım içindedir ve elektrik enerjisi ihtiyacı giderek artmaktadır. 1935 yılında Atatürk’ün önerisiyle kurulan Elektrik İşleri Etüt İdaresi bugün hala faaliyettedir. Ülkede su kaynaklarının değerlendirilmesi ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla kurulan bu kurum, Keban Projesi ile yoğun etütlere başlamıştır. Fırat nehrinin her açıdan incelenmesi için rasat istasyonları kurulmuş, 1938 yılında Keban boğazında jeolojik ve topografik etütler başlatılmıştır. Bu yazının amacı GAP’ı tanıtmak değil. Merak edenler internetten henüz %15-20 sinin bitirildiği bu dev projenin detaylarına ulaşabilir. Sadece, turizm, istihdam vs. gibi sosyal yararları yanında, hesaplanan yatırım tutarı bakımından dünyanın ikinci, Türkiye’nin ise en büyük entegre projesi olduğunu söylemekle yetinelim… Ne var ki, son yıllarda gerektiğinden az kaynak ayrıldığından, dev projenin sekteye uğradığı ise ayrı bir gerçektir… Bu arada projeye büyük emeği geçen merhum Süleyman Demirel’i de minnetle anıyorum… *  *  * Şimdi bir başka projeden söz etmek istiyorum.

Üretmeyen Ülkeler Tükenmeye Mahkumdur

Bu proje pek öyle milyar dolarlar gerektiren bir proje değil. “İnsana yapılan yatırım en değerli yatırımdır”. Evet, Köy Enstitülerinden bahsediyorum. Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde eğitim alanında hiç de iç açıcı bir durum yoktu. Osmanlı döneminden 2345 ilkokul ve bunlarda görevli 3061 öğretmen devralınmıştı. 1933-1934 yılında kent çocuklarının %75’i ilkokula gidebiliyorken, köy çocuklarının ancak %20’si bu olanaktan yararlanabiliyordu. CHP, 1935’teki IV. Kurultayı’nda, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan köy kökenli gençlerin kısa bir eğitimden geçirilerek kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirilmesi kararı aldı. İlk uygulama 1936’da başladı ve 84 köylü genç Eskişehir’e bağlı Çifteler’de açılan bir kurstan sonra köy eğitmeni olarak görevlendirildi. Uygulamanın başarılı olması üzerine kursların sayısı artırıldı, eğitmenlere toprak, tohumluk ve tarım araç-gereci de verilerek bulundukları bölgede tarımsal çalışmalara öncülük etmeleri sağlandı.

1940’ta çıkarılan 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu ile 17 yeni köy enstitüsü açılmasını öngörüyordu.

Karma öğretim sistemine dayanan köy enstitüleri aynı zamanda birer tarım işliği, sağlık ocağı olarak işlev görecek, çeşitli tohum ve tarım araçlarının ilk denemeleri buralarda yapılacaktı. Çok partili rejime geçildikten (1946) sonra, yeni kurulan Demokrat Parti’nin (DP) yoğun eleştirileriyle karşılaşan Köy Enstitüleri bu dönemde belirgin bir duraklama geçirdi. 1947’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü kapatıldı, Köy Enstitülerinin yönetici ve öğretmenleri değiştirildi. İbrahim Hakkı Tonguç görevden alındı.

Aynı yıl, eğitmen kurslarına son verildi.

DP’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinin ardından önce sağlık bölümleri kapatıldı sonra da Köy Enstitülerinin programı klasik  ilk öğretmen okullarının programıyla birleştirildi (1951). Birkaç yıl sonra da çıkarılan 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri tümüyle kapatıldı (1954). Çok sayıda öğretmen ve eğitmen yetiştirmenin ve köy çocuklarına öğrenim olanağı sağlamanın yanı sıra Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vuran bir “köy kökenli aydın kuşağı” yaratan Köy Enstitüleri, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir eğitim yatırımıdır. *  *  *

“Toprak işleyenin, su kullananın”.

Bu sloganı anımsıyorsunuz değil mi? Göreve geldiğinde kendisine tahsis edilen Mercedes ve Renault Safran marka araçları kabul etmeyip kendi yerli aracını makam aracı olarak kullanan merhum Bülent Ecevit’i burada saygıyla anıyorum… Ecevit’in 1969’da tasarlamaya başladığı ‘Köy-Kent’ projesi, 2001’de Ordu’nun Mesudiye Köyü’nde hayata geçirildi. Sanat evleriyle, tenis kortuyla, köylülerin ortak olduğu fabrikasıyla örnek bir köy kuruldu. Amaç hem köylerden kentlere göçü önlemek ve işsizliği azaltmak, hem de tarımı sanayileştirmek, böylece verimi artacak olan ürünleri aracısız olarak tüketiciye ulaştırmaktı. Hatta hedef sadece iç tüketimin ötesinde, bu ürünleri ihraç ederek ülkeye döviz girdisi sağlamaktı. Ancak rüya gibi başlayan projeye destek hükümet değişince bitti.

Yeni gelen hükümet projeden desteğini çekti… Kredi borçları ödenemedi, kurulan fabrikaya haciz geldi…

*  *  * Son olarak, CHP lideri Sn. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ‘yüzyılın projesi’ olarak tanıttığı  ‘Merkez Türkiye’ isimli  projeye değinelim. Sn. Kılıçdaroğlu projenin tanıtımında “Dünyada ticaret yollarını birbirine bağlamayı amaçlayan şu anda üç küresel proje var. ‘Merkez Türkiye’ dördüncüsü olacak. Bu proje Türkiye ekonomisine büyük bir ivme kazandıracak. Sadece yolları birbirine bağlamıyoruz; biz ekonomileri, pazarları, ticareti, ülkeleri, kültürleri, yaşamları birbirine bağlıyoruz. O nedenle bu proje yüzyılın projesidir” demişti. Kademeli olarak uygulamaya geçirilmesi planlanan projenin hesaplanan toplam maliyeti 200 milyar $. Bu projeye çok büyük ölçekli bir “Köy-Kent” projesi olarak bakmak mümkün mü? İçinde bulunduğumuz “bilgi çağı” düşünülürse, evet mümkün. Çünkü proje, bir yörede mega kent kurulması ve bu kentte ambalajlama ve paketleme, ürün montajı, yapı malzemeleri, tarımsal gıda işleme, fuarcılık, yedek parça, gübre üretimi, lojistiği destekleyen yan sanayi, ürün borsaları, lojistiği destekleyen yan sanayi, otomotiv gibi endüstriyel alanlarda üretim merkezlerinin kurulmasını hedefliyor. Uygulanması halinde 2 milyon 200 bin kişiye istihdam sağlayacak, köyden kentlere göç önleyecek bir proje… Ayrıca bu mega-kentte kurulacak hastaneler, spor tesisleri, kreşler gibi zorunlu olarak yapılacak olan sosyal yatırımlardan söz etmeye gerek yok… Şahsi kanaatime göre bu proje ülkemizi gerçek anlamda dünya devi yapacak bir projedir.  *  *  *

Hepimizin bildiği bu projeleri neden tekrarladım dersiniz?

İlk dikkatinizi çekmek istediğim nokta, üretime yönelik tüm bu projelerin, ülkenin kurucu partisi tarafından ortaya atılmış olmasıdır. Bunun yanında, insana yapılan yatırım dahil tüm üretim yatırımlarının ne denli önemli olduğunu vurgulamak istedim. Üretim yatırımlarını tanımla derseniz “kalıcı bir kaynak ve kalıcı bir istihdam yaratmak” derim. Buna karşılık hizmet yatırımları yol, köprü, hastane gibi getirisi olmayan ama üretim sektörünü destekleyen yatırımlardır. Üretim yatırımları arttıkça hizmet yatırımlarının da artması kaçınılmazdır. Üzülerek belirtmek gerekir ki son 16 yılda ülkemizde elle tutulur bir üretim yatırımı yapılmamış, mevcut üretim tesisleri de özelleştirme adı altında satılmıştır. Seçim dönemlerinde “Toplu Açılış Törenleri” düzenlenerek açıldığı söylenen tesislerin neler olduğu bilinmiyor.

Ama şurası kesin ki bunlar üretim yatırımı olsalardı işsizlik çift hanelere çıkmazdı…

Bir üretim yatırımı yaparak istihdam yaratmadan, “Her işveren bir işçi istihdam etsin” diyerek işsizlik sorununun çözülemeyeceğini bilmek için ekonomist olmaya gerek yoktur… Şimdi, üretim yatırımı yapılmayan bir ülkede sürekli hizmet yatırımı yapıldığını düşünün… Bu, ya kaynakların boşa harcandığını ya da birilerine rant sağlandığını akıllara getirir. Osman Gazi adı verilen köprüyü ele alalım. Bu köprünün elle tutulur bir getirisi olmadığı gibi elle tutulur yüklü bir götürüsü vardır. Şöyle ki, yapılan sözleşmeyle yüklenici firmaya yılda geçecek araç sayısı garantisi verilmiştir. Bu sayının altında geçen her araç için hazine yükleniciye para ödeyecektir. Peki, bu sadece bir yıl için mi geçerlidir? Bu maddenin kaç yıl geçerli olduğunu bilen var mı? Açıkçası ben bilmiyorum… Gelin bir hesap yapalım. Türkiye’de kayıtlı araç sayısı yılda ortalama %6 artmaktadır. Köprüden garantisi verilen yıllık 14,6 milyonluk araç geçişine karşılık, bu yıl 6,1 milyon aracın geçiş yaptığı açıklandı. Köprüden geçen araç sayısının her yıl, kayıtlı araç sayısının artış oranında artacağını (%6) varsayarsak, köprüden geçecek araç sayısı ancak 15 yıl sonra 14, 6 milyona ulaşabilmektedir.

Bunun anlamı 15 yıl boyunca yükleniciye sürekli olarak ödeme yapılacaktır.

Bunun adı yatırım değil batırımdır, yükleniciyi 15 yıl boyunca ödediğimiz vergilerle beslemektir… (Bu kaba hesaplamada, köprüden geçeceği garanti edilen 14,6 milyon aracın her yıl için sabit kalacağı ve sözleşmede verilen garantinin bir yıl ile sınırlı olmadığı varsayılmıştır) *  *  * Yerli tohum kullanmanın yasaklandığı, fındık üreticilerinin ürünlerini yaktığı, zeytinliklerin tehdit altında olduğu, üzüm üreticilerinin bağlarını söktüğü, tütün üreticilerinin kan ağladığı, mercimek ithal eden, canlı hayvan ithal edip, bunları beslemek için samanı bile ithal ettiğimiz günümüz Türkiye’sine bakınca, yukarda anımsatmaya çalıştığım projelerin değeri umarım daha iyi anlaşılmıştır…   Geleceğe sağlıkla ve umutla bakmanız dileğiyle…

Ertuğrul Filizay